Sinemada ''Soyut Dışavurumcu Bir Dostluğun Anatomisi Veyahut Yan Yana Filmini İzledik!


Feyyaz Yiğit ve Haluk Bilginer'i gerçekten çok seviyorum ve filmlerinin vizyona girdiğini ilk duyduğumda çok heyecanlandım! Gibi'yi çok sevmekle birlikte Haluk Bilginer'in oyunculuğuna yıllardır hayranım. Filmle ilgili yorumlara göz atarken başka bir filmden uyarlama olduğunu okudum. Bu beni biraz tereddüte sokmadı değil, bir filmin tekrar bir filme uyarlanmış olması kısmı nedense zihnimde bir türlü oturmadı. Ben ki kitapların filmlere uyarlanmış versiyonlarına bile daima temkinliyken istemsiz birçok soru işareti oluştu kafamda. Eh, ben biraz kadroya güvendim, ne kadar kötü olabilirdi ki? Nitekim olmuş mu sorusuna verecek cevabım belli...


''Olmuş olmuş, öyle güzel olmuş ki hem de!''



Filmin güzelliği, biraz ne beklediğinize göre değişir açıkçası. Feyyaz Yiğit'in özellikle Gibi'de gördüğümüz tarzı ile Haluk Bilginer'in sanatçı ruhunu yan yana getirmek biraz zor olabilir, filmde de bunu görüyorsunuz ancak bu kesinlikle çok keyifli bir seyir zevki sundu. Filmin orijinal versiyonunu izlemedim, sinemadan sonra izlemek istedim ancak uyarlama hali kesinlikle çok hoşuma gitti. Varlıklı ve birçok insan için anlam ifade etmeyecek sanat eserlerine farklı anlamlar yükleyip, akıl almaz paralar veren bir insan... Öte yandan karın tokluğuna hayatta kalmak için mücadele eden, ipe sapa gelmez bir başka karakter... Hayat onları biraz komik, biraz ironik yol ayrımlarıyla bir araya getiriyor. Evet aralarında geçen keyifli diyalogları ve süreci kah gülerek kah duygulanarak izliyoruz ama bu karşılaşmanın öylesine olmadığını hissediyorsunuz izlerken. Aynı dünyada, aynı şehirde birbirinden bambaşka hayatlar yaşayan iki insanın bir araya gelmesinin bir nedeni vardı. Geçmişle yüzleşmeler, geleceğe dair planlar... Bedensel engellerin geleceğe engeller koymaması için yüze vurulan o tokatlar... Bence gerçekten çok güzel bir şekilde işlenmişti. 

2,5 saatlik bir film risktir. Sevmezseniz zaman geçmez, bir süre sonra azaba dönüşür. Bu film o hisse kapılmanıza müsaade etmiyor. Özellikle toz pembe sonlardan uzak, hafif buruk duygularla hatrı sayılır bir güzellikte sona sahipti film. Herkes ait olduğu yerin kahramanıdır derler ya, biraz öyle oldu. Ama bu dönüşlerin hepsi bir nedene bağlıydı. Bu kısmı ise kesinlikle çok keyifliydi. Hem güldürürken hem de duygulanırken düşündüren bir film deneyimi sunduğunu söyleyebilirim. Çekimi, müzikler, oyunculuklar noktasında da bence son derece başarılıydı. Hayatın koşuşturması ve zihinlerin yoğunluğundan sıyrılmak isteyenler için harika bir mola niteliğinde bir film, merak eden herkese de canı gönülden tavsiye ederim!





kaynakça

Denge

 


Denge...

Denge ne muazzam şey. 

Ne ekersen, onu biçersin dediğimiz o söz de dengenin bir yansıması değil mi? 

Ya da;

aldığı kadar un... diyoruz kek tariflerinde. Almadığı yerde bırakıyoruz eklemeyi...

Oysa keke lezzet ve kıvam veren şey undur, ve unun bu konuyla pek alakası yok. 

Sevmek, sevildiğinde güzel.

Mutluluk ve acı paylaşıldığında anlamlı, 

Huzur ise ruhunla kalbini dengelediğinde somutlaşıyor beden içerisinde. 

Hesapsız, plansız ve öngörülemeyen yarınların içerisinde dik durabilmenin sırrı da dengede...

Hayattan aldığın kadarını vermek lazım tekrar hayata, 

İnsanlardan sana ulaşan duygular kadar akmalı duygular o insanlara,

bu dünya kısasa kısas dünyası değil ancak; denge bir kısasa kısas değil zaten...

ölmek isteyen ama tteokbokki yemek isteyen kız baek sehee'nin anısına




Aslında bu yazı bir tür kitap yorumu değil, bir kitabın eksi ve artılarını ele alacağım bir yazı hiç değil. Nitekim artık bunların bir önemi var mı, bilinmez. Ama bu kitabın altında yatan koskoca bir gerçekliğe değinmek istiyorum. O nedenle kitabı bitirdikten sonra sıcağı sıcağına bilgisayar başına geçtim ve yazmaya başladım. Uzak doğu kültürüne olan ilgim nedeniyle ülkemizde çevirisi yapılan Ölmek İstiyorum ama Tteokbokki Yemek İstiyorum kitabını büyük bir merakla almış, kişisel bir içsel yolculuk havasında okumuştum. Beni çok cezbettiğini söyleyemem ancak ikinci kitaba geçmemle birlikte işler benim açımdan fazlasıyla değişti. Öyle ki, kitabı okurken bir sabah arkadaşımın ''baek sehee ölmüş'' mesajıyla uyandım. Önce inanamadım, hemen internete baktım, gördüklerime hala ikna olmamış olmalıyım ki ChatGPT'ye sordum. Ve sonuç olarak evet, baek bu dünyanın yükünü daha fazla kaldıramamış, kitaplarına verdiği isimden de anlaşılacağı üzere bu sefer gerçekten ölmek istemiş. Üstelik ölmeden birkaç gün önce organ bağışı yapmak istediğine dair yasal işlemleri tamamlamış ve öldükten sonra birçok insana yaşama şansı vermiş... 

Kitabı okuyanlar ne demek istediğimi daha iyi bilecektir, baek sehee'nin ölümü belki çok şaşırtıcı gelmeyebilir. Nitekim hayata karşı yaşama sevincini büyük oranda yitirmiş, iyileşmek için halk diliyle ''tüm tuşlara basarak'' devam ettiriyordu. Bir gün göreceli iyi olduğu ama hiç tam anlamıyla çok iyi olmadığı günleri okurken bazı günler kendini zihninin karanlık odalarından çıkaramadığı satırları okuduk. Kitap, bazı sayfalarda iyi oluyor, iyileşiyor baek! dedirtiyor, birkaç sayfa sonra, hiç iyileşmemiş, daha da kötü olmuş dedirtiyor. Çok uzun yıllar hayata tutunmak için yaşam ışığını arayan yazarın her seferinde girdiği mücadeleleri kaybetmesine o bu dünyadan gittikten sonra daha fazla içerlendim. Onu hiç anlamadığım satırlar olmuş, ne hissettiğini ya da ne söylemek istediğini çoğu zaman anlamamışım... Ne yazık ki o gittikten sonra bazı şeyleri daha net oturtabildim zihnimde. Ne acı değil mi, bir şeyleri çok geç anlamış olmanın o geç kalmışlığında öylece kalakaldım... 

Kore'nin linç kültürü ve zorbalık oranları herkesin bildiği bir gerçek. O çok muhteşem k-pop grupları, bir kesimin ki içinde ben de varım izleyenleri peşinden sürüklendiği k-dramaları... Ne şahane hayat, ne güzel her şey dedirtiyor insana. Oysa biraz Kore magazinini takip ettiğinizde işin iç yüzünün hiç böyle olmadığını görüyorsunuz. Ki bu sözlerim sosyal anksiyete ve depresyon oranlarının en yüksek olduğu ülkelerden birinin Kore olduğu düşünüldüğünde yeterince destekleniyor sanırım. Kitaptan ufak bir örnek vereceğim, iki kitabında da baek sık sık kilo problemlerinden, cildinin kendince çirkinliğinden yakınıyor. Arkadaşları ve ailesi tarafından dönem dönem kilosu üzerinden eleştirilen bir kızın güzellik kalıplarına uymaya çalışmasını okuyorsunuz. Öyle ki bir ara merak ettim ve baek'in instagram hesabına baktım ve çok şaşırdım çünkü bırakın kilolu bir insan görmeyi, gayet ideal ölçülerde ve çok güzel bir cilde, benim cildimden bile, sahip bir kadın görmüştüm. İşin aslı, o kitaptan sonra ciddi bir diyet ile kilo verdiğini düşündüm ve pek üstünde durmadım. İkinci kitapta ise tekrar kilolarıyla başı dertte olduğunu yazdığı bölümde 57 kilo olduğunu öğrendim. 57 kilo... 57 kilo, boyunuz ne olursa olsun kimi ''aşırı kilolu'' sınıfına koyabilir? Ancak o bu durum içinde mücadele etmiş, diyet kamplarına katılmış ve spor salonuna yazılmış. O bölümler gerçekten yürek burkucuydu... Üstelik bunu daha sağlıklı olmak, daha iyi hissetmek için değil, toplumun güzellik algısına uyum sağlamak için yapıyordu. Son derece çaresizce, kırgın ve kırılgan bir biçimde... Neyse.

Ben ikinci kitabı okurken baek aramızdan ayrıldı ve ben kitabı yarım bıraktım. O saatten sonra okuyacağım her satır benim için bir boşluğa çıkıyordu. Kitabın sonu nasıl biterse bitsin, bu hikayenin gerçekten nasıl bittiğini artık maalesef biliyordum. Ancak aradan geçen 2 ayın sonunda kitabı tamamlamak üzere elime aldım ve az önce bitirdim. Kırgınlık, öfke, boşluk... Bilmiyorum hislerimi nasıl tarif edebilirim ancak gerçekten içimde bir sistem isyanı var. Bu ülke özelinde, toplum özelinde bir isyan da değil üstelik... Sorumu şöyle sorayım, bir kişi uğradığı zorbalık ve dışlanmalar sonucunda bu krizi içinde iyi yönetemediği için destek almak noktasında geldiyse, burada ''hasta'' olarak adlandırmamız gereken kişi, kişinin kendisi midir yoksa onu bu duruma düşüren mi? Bence bütün mesele burada başlıyor. İnsan, karmakarışık bir yapı. Bazen bir şeyler çizgiden çıkabilir, bazen bazı duyguları yönetmek tahmin edildiği kadar kolay olmayabilir ancak bunu fark ederek ihtiyaç duyduğu tedaviye başvuran kişi, son derece bilinçli ve sağlıklıdır aslında. Kabul edilenin aksine yardım istemek acizliğin değil, hayata tutunmanın bir belirtisidir. En çok da kendine... Ancak, zorbalığı ve ötekileştirmeyi kendine adet edinmiş, mütemadiyen linç kültüründen beslenen kişilerin toplumun daha hassas ve kırılgan bireylerini bir karanlığa itmesi... İşte asıl hastalık budur. Ve dikkat edin, zorba insanların hedefinde kendileri kadar güçlü(?) kişiler yoktur. Onların hedefi hep daha naif, daha yaralı ve daha kırılgan kişilerdir. Bu insanlar daha çirkin değildir, daha eksik ya da daha sorunlu değildir. Sadece hedeftir. Bugün sosyal medyada görece tanınan kişilerin paylaştığı görsellerin altında da birçok yorum görebilirsiniz. Giydiği kıyafet üzerinden zorbalanır, toplumun güzellik algısından ötürü bedeni eleştirilir. Bazen öyle ki, sırf gözünün üstünde kaşı olduğu için eleştirilir. Bunu yapan insanlar da elbette kendi içlerinde farklı gruplara ayrılıyor. Bunun psikolojik olarak da açıklaması var tabii. Özellikle kendilerinde olmayan imkanlar ve özellikler üzerinden örtülü profile sığınarak içlerindeki nefreti kusanlar veya gerçekten salt kötü olduğu için bunu etrafına kusan insanlar... Ama benim değinmek istediğim nokta daha farklı. Bugün hırsızlık yapmanın veya cinayet işlemenin belli bir hukuki yaptırımı var, değil mi? Peki dünyanın neresinde birini zorbaladığı için ya da birinin hayatını karanlığa ittiği için bir yaptırıma tabii tutulan bir insan gördünüz? Cinayet veya taciz haberlerinde gördüğümüz zanlılar, o zorbalar değil mi? O zorbalıklar büyüyerek bir insanın hayatına, sınırlarına müdahale edebilecek gücü vermiyor mu onlara? 

Eğitim ailede başlıyor ve okulla devam ediyor. Peki okullar, akran zorbalığı üzerine ne kadar sıkı bir farkındalık oluşturuyor? Ailelere bu konuda nasıl bilinçlendirme çalışması yapılıyor ya da? Eğitimin temel parçası haline getirilmesi gereken bu gerçek, matematikte veya sosyal bilgilerde başarılı öğrenciler yetiştirmenin tek başına yeterli olmadığının da altını çizmelidir. Önce iyi bir insan, sonra başarılı bir birey yetiştirmektir aslolan. Zorba bir kişiliğin sayısal olarak iyi notlara sahip olması gerçekten başarı mıdır? O kişi gerçekten başarılı mıdır? Akran zorbalığını 'çocuktur, olur öyleye vurmamak gerektiğini düşünüyorum. Özellikle teknolojinin bu kadar geliştiği, çok küçük yaşta sosyal medyanın her alanında var olmaya başlayan çocukların olduğunu düşünürsek işlerin çok daha sıkı tutulması gerektiği kanaatindeyim. Aksi halde birçok baek sehee örneği daha görmeye devam edeceğiz dünyanın dört bir yanında. Altın bir çağda mıyız gerçekten, bilmiyorum. Ancak öyleyse bu altın imitasyon gibi... İşte bu nedenle daha çok okumamız, daha fazla bilinçlenmemiz, daha fazla empatiyle tanışmamız gerekiyor. Ayrıca psikolojik destek almanın normalleştirilmesi, kişilerin bunu bir kusur görmemesini sağlamalıyız. Bu dünyada yaşayan insanlar olarak bu farkındalık hepimizin görevi bence. Bireyler toplumu oluşturur. Sağlıklı bireyler ise sağlıklı bir toplumu... Bu nedenle insan olmanın ayrıcalıklarını (duygulara sahip olma ve düşünebilme yeteneği gibi) iyi yönde kullanabilen ahlaklı bireyler olmalı, böyle bireyler yetiştirmeliyiz toplum için. Ahlak kişiye hazır olarak sunulmaz. Bu bir kıyafet değildir, bir sabah kalktığınızda üstünüze alamazsınız. Ahlak bir seçimdir, bir direniştir, duruştur, emektir ve karardır. Ve kendi sınırlarından çıkarak başkalarının sınırlarına müdahale etmemek de bir ahlak meselesidir... 

Özetle demem o ki; değişmeli, değiştirmeliyiz. 
Kirli düzeni, çirkinleşmiş sistemi ve zorba ruhları... 



Zihnin ve ruhun yaraları da en az bedenin yaraları kadar ciddiye alınsın isterim...
                                             (ölmek istiyorum ama hala tteokbokki yemek istiyorum, s.150).

Böyle demiş baek son kitabının son satırında... Aslında bu her şeyi özetliyor. Yaralanmak bedene has bir kavram değil. Ruhlar da yaralanır, duygular da, zihin de... Kolumuz ağrıdığında doktora gidiyorsak, ruhumuzda bir ağrı olduğunda da doktora gitmenin normalleşmesi gerektiğini düşünüyorum. Dahası şu, yaralananlar kadar yaralayanların da tedavi edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Kadınlar ve çocuklar dokunulmazdır evet ama tüm insanlar dokunulmaz olmalıdır. Kimse sırf tercihi bu yönde diye, sevmediği birini ruhsal olarak yaralayamaz. Bu nedenle ruhsal bir yaralamanın bedensel bir yaralamadan farklı görülmemesi gerekiyor. Dolayısıyla üstümüze düşen şey kesinlikle daha çok okumak, daha çok gelişmek ve penceremizi genişletmek. Hayat yalnızca kendi sokağımızdan ibaret değil, hayat koskoca bir dünya. Herkes o pencerede gördüklerinden aynı oranda etkilenmiyor. Herkesin içsel mücadelesi aynı olmuyor. Bazı insanlar, çok küçük görünen olgulardan dolayı düşebiliyor ve kalkmakta zorlanabiliyor. Bunu normal görebilmek, acıları küçümsememek ve karşılaştırmamak gerekiyor. ''Biz zamanında neler neler yaşadık ama bak bir şey olmadı'' demenin sağlıksızlığını şöyle izah edebilirim, bir şey olmadığını düşünüyor ama gördüğünüz gibi çok şey olmuş. Bunlardan bir ders çıkarmamış, süreçlerin ruhsal yaralayıcılığını hiç anlamamış ve imkanların ''eskilerden'' çok daha fazla olduğunu, daha profesyonel şekilde ruhu onarmanın mümkün olduğunu hiç fark edememiş... Oysa acı, farkındalıktır diyoruz. Dünya gelişiyor, teknoloji çağı başlıyor diyoruz da, bizi daha karanlık ve korkutucu günler bekliyor artık. Her gün kaybetmeye yüz tutan umudumu diri tutmakla uğraşıyor, bir şeylerin değişmesini umuyorum. Her şeyin eskiye oranla daha kontrollü ilerlemesi ve birçok şeyin değişmesi gerektiğine inanıyorum. Suçu hep dönemlere, dünyaya atıyoruz ama asıl suç korkusuzca ve umarsızca acımasızlaşan insanoğlu... Dilerim bir gün daha umut verici, daha aydınlık ve daha merhametli bir dünyaya açarız penceremizi... Umarım! 

Ve son olarak şunu eklemek istiyorum; iyileşme bireyseldir, yaralanma ise toplumsal...




mücadelesine olan sevgim, saygım ve gidişine olan sonsuz üzüntümle,
baek sehee'ye...




Kaynak

Herkesin Bir ''Saka Kuşu'' Tablosu Vardır...

    Bize kendimizle konuşmayı öğreten her neyse önemlidir: çaresizlikten kendi kendimize şarkılar söylemeyi öğreten de. Ama bu tablo bana zamanın ötesine geçip birbirimizle konuşabileceğimizi de öğretti ve sana söylemem gereken çok ciddi ve çok acil bir şey olduğunu hissediyorum var olmayan okuyucum ve bu sanki aynı odada seninle yan yana almışız gibi acilen söylemem gerektiği hissine kapılıyorum: Hayat -daha başka ne olursa olsun kısa- kader zalim olabilir ama rastgele değil. Doğa, (ölümü kastediyorum) her zaman kazanır ama buna boyun eğip ayaklarına kapanmamış gerektiği anlamına gelmez (Saka Kuşu, syf. 863). 

Bir kısım eleştirmenler tarafından Dostoyevski gibi önemli isimlerle birlikte anılan, bir kısım eleştirmenler tarafından ise yetişkin masalı ve betimlemeler destesi olarak tanımlanan Saka Kuşu, bence üzerinde uzun uzun konuşulabilecek, adından da bu denli söz ettirmeyi hak eden bir eser olmuş. Dostoyevski ile birlikte anılmasının sebebi sanıyorum ki Tartt'ın betimlemeleri okuyucuyu yormayacak ve aynı zamanda büyüleyecek düzeyde kullanabilme yeteneğiydi. Bu konuda tarifi zor 900 sayfalık bir başarı söz konusu... Kurgular içerisine harmanlanmış betimleme öyle bir şey ki, ya sizi o yolculuğun bir parçası kılıyor ya da size bir eziyet çektiriyor. Tartt ise 900 sayfa boyunca beni kurgunun içinde, can evimden vura vura tutmayı başardı. Kurgunun yaşam çizgisi biraz Oblomov'u hatırlattı bana. Fakat burada ana karakter Theo üzerinden çocukluk - yetişkinlik bağlantısı çiziyor daha ziyade yazar. 

Terk eden bir baba, mücadeleci bir anne... 

Ve Theo ölümle tanışıyor. 

Sorumsuzluğu ve alkol bağımlılığı ile ailesine hayatı dar eden baba bir gün öylece çekip gidiyor. Bu gidiş bir kederin ve acının değil rahatlamanın ve huzurun kapılarını aralıyor aslında. Özellikle Theo üzerinden ''babasız ama huzurlu ve sevgiyle yetişen bir çocuk mu yoksa babayla ama şiddet ve kavgaların içerisinde büyüyen bir çocuk mu?'' çok güzel bir porte çiziyor Tartt. Babası evdeyken kelimelerini titreyerek dile getiren Theo babasının ardından annesi ve annesinin sonsuz sevgisi ile büyümeye başlıyor. Yaşadığı zorlu aile süreçlerinin okula yansıdığı bir gün annesi okula görüşmeye çağrılıyor, görüşme saati gelene kadar okulda beklemek yerine annesinin çok sevdiği sanat müzesini gezmeye gidiyorlar. Ve orada bir patlama sonucu Theo annesini kaybediyor ve şans eseri sağ kurtulan Theo annesinin en sevdiği tabloyu çantasına atarak o enkazdan çıkmayı başarıyor. Annesinin gidişini kabullenmek istemese bile farkında olan Theo, ondan kalan bir hatıraya sarılıyor sımsıkı. Çünkü o gün ölümle tanışıyor Theo...

Çaresizce eve koşan, saatlerce annesini bekleyen ve hatta çok acıktığı için yemek yiyip kalanını annesine ayıran Theo, o gün müzeyi gezerken çok acıktığını söyleseydi ve müzeden erken çıkmış olsalardı, bugün hala annesi ile beraber olabilir miydi? sorusuyla uzunca bir savaş veriyor. Bu savaş, ölüm ile kader arasındaki çizgiyi çok güzel anlatıyordu aslında. Hayata karşı tek sorumluluğu okula gitmek, ödevlerini yapmak ve iyi bir çocuk kalmak için çaba göstermek olan Theo için öyle ağır, öyle sindirmesi zor bir vicdan sınavına dönüyor ki bu durum. Aslında pamuk ipliğine bağlı hayatını alt üst ediyor bu sınav ve tüm dengeler değişiyor. 

Bir insan, yanlış arkadaş seçiminin kurbanı olabilir mi? 

Yoksa herkes kendi seçimlerinden mi sorumludur? 

Annesinin ölümünün ardından büyükbabasının kendisine çeşitli bahanelerle sahip çıkmaması ile hayatın ortasında yapayalnız ve çırılçıplak hisseden Theo, o günleri ''dün bu saatlerde annemle oyun oynuyorduk, geçen hafta dün annemle bu saatte kahvaltı yapıyorduk'' diye düşünerek ölümün soğukluğu ile yüzleşmeye çalışıyor. Dün var olan, gülebilen, sarılan ve konuşan bir insanın bugün nasıl olur da dünyada varlığı yok kabul edilebiliyor? Bir insan, yok olmayı bu kadar hızlı ve tek nefesle nasıl başarabiliyor? Kitabın bu bölümü, hayata veda eden bir annenin ardından dökülen gözyaşlarından ziyade, kadere ve yaşama karşı sitemin gözyaşlarıydı aslında. Bir çocuğun hiç yaşamaması gereken olayları yaşarken ölümü anlamaya ve anlamlandırmaya çalışması gerçekten yürek burkucuydu. 20 yaşında bile anlamlandırmakta zorlandığınız bir kaybı 13 yaşında tanımaya çalışmak... Acının adil olmayan yüzü... 


Kitaba dönecek olursak, kendisinin geçici bakımını üstlenen arkadaşı Andy'nin ailesi ile düzeni çok fazla bozulmadan hayatına devam eden Theo, arkadaşının anne ve babasını kendi anne babası yerine koyarak yaralarını hafifletmeyi başarıyordu. Dile getirmese de, belli etmese de bir kahvaltı sofrasında ailece yapılan kahvaltılarda kendisini o ailenin geçici misafiri değil de biyolojik bir parçası gibi hayal ediyordu.  Theo'nun içinden geçenleri öyle güzel yazmıştı ki Tartt; o sofrada oturmuş, o duyguları yaşamış gibi oldum her satırda. Her şey yoluna girmiş gibi görünmeye başladığı zamanda özellikle de tam yeni hayatına alışmaya başlarken bir gün babası çıkageliyor. Yanında yeni kız arkadaşı, darmadağın bir hayatın içerisine çekip götürüyor Theo'yu. Hiç ait hissetmediği, hiçbir zaman ait olamayacağını bildiği bir yerde yeni bir okula ve yeni bir şehre adapte olmaya çalışan Theo orada Boris ile tanışıyor. Boris öyle önemli bir rol oynuyor ki kitapta, Theo'nun tüm dönüşümleri ve değişimleri aslında onun yolundan geçiyor. Önce alkole, ardından uyuşturucuya alıştırıyor Theo'yu. Son derece sancılı ve yalnızlıklarla dolu bir hayatın içerisinde daha da dibe batmasına neden oluyor onun. Ta ki babası ölüp Theo gitmeye karar verene kadar... Bu gidişin anlatımına da dikkat çekmek istiyorum çünkü Theo'nun ait olduğu şehre dönüşünü bir tür taşınma olarak tanımlamamış; o sahneyi eve dönüş, ait olduğun yere ulaşma, yeniden doğuş ve karanlıktan kurtuluş gibi birçok mesajla anlamlandırmıştı Tartt. Ayrıca duygularını ve aşkı henüz tecrübe etmemiş, duygusal gelişimin ise kendisine hiç anlatılmamış olduğu bir duyguyu hissedişi ve bunu anlamlandırmakta zorlanması üzerine yazılan bir paragraflık bölüm insanı üzerine uzun uzun düşündürüyordu. Hem onun hayatını daha da karmaşık hale getiren hem de onu hayatta tutan Boris'e veda ederek yaşadığı şehre geri dönen Theo, bu dönüşle hayatı seçmişti aslında. Boris gibi hem ona zarar hem de ona son derece önemli bir iyilik yapan, onu hayatta tutan, bir karakter ise Theo'nun dönüşümü üzerine çok anlamlı bir rol oynuyordu. Hatta bazı yerlerde kötü insan kavramını Boris üzerinden tartışıyor yazar, ''saf kötü ve saf iyi olduğunu biliyoruz, peki iyi olan ama kötü de kalabilen insanlar nasıldır?'' sorusunu sorduruyor... 

Saka Kuşu tablosu tam olarak bu noktada kurguya dahil oluyor. Yıllar sonra iyi kötü hayatına devam eden Theo bir gün Boris ile karşılaşıyor ve bu hiç beklenmedik karşılaşma beraberinde beklenmedik başka sorunları da beraberinde getiriyor. Yıllarca sakladığı, gözünden sakındığı ve her zaman endişeli olmasına sebep olan tablonun aslında yıllar önce kendisinden gitmiş olduğunu, Boris tarafından satıldığını öğreniyor. Burada dikkat çekmek istediğim nokta şu, bu sahne bir tablonun tefecilerin elinden kurtulması için verilen mücadele olarak okunmamalı yalnızca. Tartt burada senelerce varlığı ile annesinin varlığı arasında soyut ama derin bir bağ kurduğu tablonun kaybını, annesini yeniden kaybetmesi hissiyle birleştiriyor. Ve Theo aslında kaybettiği bir sanat eserini değil, annesini, onu bu dünyada annesine bağlayan tek şey olduğunu düşündüğü bir şeyi arıyor. Bu bir tablo değil; bir taş, bir kalem yahut bir kağıt da olabilirdi. Gözü dönen ve annesini ararmışçasına gözü dönmüş bir biçimde, hiç düşünmeden yollara düşen Theo için işler bir anda değişiyor. Artık 13 değil 23 yaşında olduğunu hatırlayarak, yanlışlarla dolu hayatına yanlışlarla devam etmek istemediğini fark ediyor ve tabloyu bulduktan sonra teslim etmeye karar veriyor. Bu teslim süreci, intihar fikri ile gel gitli bir ilişki halinde değişiklik gösteriyor birçok kez. Fakat bildiği tek şey; hapse de girse, intihar da etse o eser olması gerektiği yere gidecekti. Bu bölümdeki en etkileyici kısım ise Theo'nun tabloyu teslim etmesi üzerinden annesinin ölümünü özgür kılmasıydı. Kabul etti, annesi artık yoktu. Ve o, ölmüş olan annesinin ruhuna yıllardır ızdırap çektiriyordu. Ancak bu iş tahmin ettiğinden daha kolay bir şekilde sonuçlanıyor ve Boris Theo'nun yerine her şeyi ona sormadan ve haber vermeden halledip Theo'nun bu işe hiç bulaşmamış gibi görünmesini sağlayarak ona özgürlüğünü veriyor. Bu özgürlük, çocukken çocukluğundan çaldığı özgürlüklerin bir telafisi miydi peki? Boris'e göre evet, bence de evet. Ancak kitap boyunca Boris gerçek bir dost muydu, zehirli bir bağ mı hiç karar veremedim. Hep bir dönüm noktası olan karakterdi. Ama hep ''ama'' dedirtiyordu. Ancak günün sonunda Theo'ya hayatı yeniden sunan ve hem kendisini hem de annesini özgür bırakmasına yardımcı olduğu için son derece önemli bir karakterdi. 

Ve kitap bitiyor...

Aslında şunu söylüyor kitap okuyucuya; herkesin bir Saka Kuşu vardır... Theo'nun Saka Kuşu ise annesiydi... 


Saka Kuşu'ma, 
Anneme...

The Office: Dizi Tavsiyesi

 Şüphesiz The Office denince akla ilk gelen Michael Scott'tır. Diziyi şekillendiren ve hayat veren en güzel karakterdi, karakterdi diyorum çünkü dizinin 7. sezonundan sonra bir hayal kırıklığı karşılıyor izleyiciyi. Bu kısma daha sonra değinmek üzere şerh düşerek, kalbimin en güzel köşesine yer edinmiş diziden konuşalım şimdi, ne dersiniz? 

Pekala, herkes hazırsa başlıyoruuuz!

Bir ofis içerisinde geçen arkadaşlıkları konu alan dizi, müdürlerinin alışılmışın dışında davranışları ve birbirinden farklı karakterlerin bir araya gelmesi ile ilerliyor. Her karakterin kendine has özgün rolleri olduğunu itiraf etmeliyim. Hemen hemen kültleşmiş tüm sitcom'ları izlemiş biri olan benim için The Office, karakterler bakımından gerçekten incelikle oluşturulmuş bir kadroya sahipti. Üstelik bu kadar karakterin arka planda kalmadan, her sahnede kendini gösteren sahnelerinin olması da gerçekten çok güzeldi. İzlerken bölümlerin nasıl geçtiğini anlamıyorsunuz bile, sezon başına düşen bölüm sayısının fazla olması ve dizinin de 9 sezon sürmesi korkutmasın sizi, bir başladığınızda bırakamıyorsunuz. Şimdi biraz karakterlerden bahsedeceğim, ardından da dizi hakkında daha detaylı bir yorum yapacağım. 

Michael Scott (Steve Carell) 

 

İlk olarak Michael Scott'a yer vermek istedim çünkü ben ve birçok The Office fanı için Michael Scott demek, The Office demektir. Yapımcılar görünen o ki bu gerçeği görememiş, 7. sezondan sonra kendisi ile yollarını ayırmayı göze almış. Ve onsuz geçen 2 sezon daha eklenmiş diziye. O 2 sezon, Michael Scott'ın The Office olduğunu bir kez daha gözler önüne seriyor. Ancak beni en çok üzen durum, introlardan kendisinin çıkarılması olmuştu. Belki yasal veya prosedür gereğidir bilmiyorum ama Michael Scott rolünü bir başkası oynasaydı, The Office bugün sahip olduğu popülerliğe sahip olur muydu? Pek sanmıyorum açıkçası...


Garip, hassas, kolay bağlanan ve insanlar tarafından tiye alınan bir karakter olan Scott, ofiste çalışanları dahil olmak üzere garip bir kişi olarak görülüyor. Öyle ki dizide hiçbir arkadaşının onu gerçekten sevdiğini hissedemedim. O ötekileştiren, garipleştiren ve normal sınırların dışında tutan bakışları beni biraz rahatsız da etmedi değil. Dizinin genel eksiği de buydu sanırım, sevgi çok farklı ve eksik işlenmişti. Ancak biraz yorumlara göz atıp, analizleri okuyunca anladım ki birçok kişi aynı şeyi düşünüyor. 

 

Scott aslında garip ya da sorunlu bir karakter değildi. O insanları çok seven ve karşılığında da insanlardan yalnızca sevgi bekleyen biriydi. Ne en yakın dostu (!) Dwight gibi bir yerlere gelmek için ilişkilerini çıkar için kullandı, ne de ofisinde çalışanları birbirinden ayırdı. Düşünmeden, aklına geldiği gibi konuşan ancak konuşmalarıyla asla insanları kırmayan bir yanı vardı. Daha sonra Steve Carell ile yapılan ropörtajlara göz attığımda Scott karakterinin yanlış yorumlandığını, aslından onun kırılgan ve iyi niyetli olduğunu söylediğini okudum. O kadar doğru ki... Her ne kadar çizilen imaj tuhaflık üzerine kurulu olsa da, izleyenlerin çoğu için Scott kirli dünyanın temiz bir detayı oldu.💖

Dwight Schrute (Rainn Wilson)


Allah'ım, bu nasıl bir karakter? Bir karakter düşünün, 9 sezon boyunca bir kez bile sevemiyorsunuz... İşte o Dwight'tı benim için. Diziden ayrılsa muhtemelen hiç üzülemeyeceğim de bir karakterdi. İnsani bağlardan uzak, sevginin ne olduğuna dair hiçbir şey bilmeyen, çıkarı ve menfaati söz konusu olduğunda herkesi, dostlarını dahi ezebilen bir karakterden de fazlası değildi. Michael Scott'ı çok seviyor gibi görünse de aslında onun kuyusunu birçok kez kazmaya hazır olduğunu gördük. Bu kısımlarda da kendisinden tam anlamıyla nefret ettim! 


Ama... Rainn Wilson gerçekten muazzam bir oyuncu. Baştan sona rolünü o kadar iyi ve gerçekçi oynadı ki, her saniyesinde oyunculuğuna hayran kaldığımı söyleyebilirim. Onu işinde tutan tek şey, çok iyi bir satışçı olmasıydı. Ancak insanlıktan sınıfta kalanlar arasında baş sıraya da ismini yazdıran yine o oldu...💔

Pam ve Jim Halpert (Jenna Fischer & John Krasinski)


Bu ikiliyi birlikte ele aldım çünkü dizinin başlarında beraber olan ve harika bir aile kuran iki muhteşem insandı. Onları izlemeye hiç doyamadım. Pam'in gülüşü, Jim'in bakışları derken harika bir aşk hikayesi de izledik sayelerinde. Çevreleri o kadar garip ve kendileri o kadar mükemmeldi ki, çıta kendileri için en tepedeydi. Oyunculukları sımsıcaktı, ilişkileri insanı hiç yormadı. Onlar için hayal ettiğim bir hayatı yaşadıkları için çok mutluyum. Özellikle son sezonda Jim'in bir iş kurup yarı zamanlı kendi işine gitmesinden dolayı ortaya çıkan anlaşmazlıkları bile terapist yoluyla yoluna koymaya çalışan ancak birbirlerini asla bırakmayan ve her şeyi nihayet geride bırakan o aşk, dizinin en güzel ayrıntılarından biriydi kesinlikle.


 Üzüldüğüm tek şey, Jim hiçbir zaman Scranton şubesinde veya farklı şubelerde yükselmek istemedi. Bunun için herhangi bir adım atmadı. Farklı bir okyanusa açılma kararı aldı ama olsun, sonunda mutlu oldular mı, evet evet eveet!👀💘

Andy Bernard ( Ed Helms)


Gelelim benim için başlarda sevilmeyen ama sonlara doğru kalbime taht kuran bir diğer oyuncuya... Andy Bernard. Kendisi bence The Office'de yeterince kıymeti bilinmemiş nadide oyunculardan biridir. Özellikle Erin ile olan ilişkisi o kadar harikaydı ki. Sonu beni gerçekten çok üzdü... Erin'ın kendine has tatlı karakteri ile Andy'nin kendine has garipliği best couple çift olarak kendini kanıtladı ancak senaristlerin çuvalladığı ikinci vaka da bu oldu bence. Bu kısmı Erin başlığında daha detaylı konuşalım. Ancak Andy gerçekten izlemesi çok keyifli bir karakterdi. Onun o derinlerde kırgın, ürkek ve sevgi dolu bir kalp taşıdığını hissettiğimde daha da çok sevdim kendisini. Daha iyi bir sonu hak ediyor muydu? Fazlasıyla...

Erin Hannon (Ellie Kemper)

Erin, o gerçek bir üzümlü kek! Şimdilerde bu yazıyı hazırlarken kendisinin başrolde oynadığı Unbreakable Kimmy Schimidt'i izliyorum. Anladığım o ki, dizilerde izlediğimiz karakterler, Ellie'nin kendisi aslında. Gözleriyle gülen, cıvıl cıvıl, biraz saf ama son derece eğlenceli, çılgın bir ses tonuna sahip tek kelimeyle kusursuz bir oyuncu. Dizide onun o saflığına o kadar bayıldım ki, oynadığı dizileri araştırırken buldum Unbreakable Kimmy Schimidt'i. Kendisi en sevdiğim oyuncular arasına adını altın harflerle yazdırmayı başardı. Gerçekten çok başarılı bir kadın. 

AMA... Dizide Erin karakterini çok karmaşık yazdıklarını düşünüyorum. O derin, duygusal ve aşka gerçekten inanan kadını ofiste herkesle ilişkiye başlatmak kimin fikriydi sahiden? Bir yerden sonra samimiyetini kaybetti, her yüzüne gülen erkekle birlikte olmaya hazır bir karakter çıktı karşımıza. Andy ile olan ilişkisi muazzamdı, ne gerek vardı son anda öylesine eklenen oyunculardan biriyle beraber olmasına? Andy ile izlenen o muazzam aşkı kaybettirmeye? Hiçbir fikrim yok. Andy'nin denize açılma ve 3 ay kadar gelmemesi, Erin için bir yıkım (ki bunu da asla görmedik, Erin'dan Andy hakkında hiçbir şey duymadık neredeyse) olsa da bu ilişki karmaşasını burada noktalayabilirlerdi diye düşünüyorum. Bu Erin karakterinin çizdiği profili de alt üst etti böylece. Ancak Ellie Kemper, her zaman harika!

Angela Martin (Angela Kinsey) 

Ne yazsam bilemediğim bir başlık. İnancına sımsıkı bağlı dindar bir hristiyanı canlandıran Angela üzerinden birçok gönderme vardı. Ancak karakter tıpkı Dwight gibi kendisini bir kez olsun sevdirmedi. Bazı yerlerde onu izlerken gözlerimi devirdiğim oldu. Fazla abartılı bir karakterdi. Memnuniyetsiz, nemrut, sevmeyi bilmeyen bir karakter... Özellikle çocuğunun babası konusunda ortaya attığı yalan sonucunda ancak Dwight gibi biri ''neden'' diye sormazdı. Burası da şaşırtmamakla birlikte diziye renk getirdiği, sevimsizliği ile bile dizinin önemli bir parçası olmayı başarmış bir oyuncuydu. Ancak kendisini kaç kişi sevmiştir, orası muamma😶En azından ben değilim.😃

Ufak bir ara not gerekecek belli ki... Daha ziyade bir itiraf... Dizide birçok oyuncu benim için sevimsizdi. Bu diziden soğutmadı elbette, aksine dizinin kalitesini artıran bir ayrıntıydı. Oyuncuların böylesine yavan bir karakteri canlandırabilmesi de büyük bir başarı. Sonuna kadar hissettirdiler o sevimsizliği çünkü ancak oyunculardan bahsederken sevmiyorum diye başlayınca cümleye böyle bir dip not eklemek kaçınılmaz oldu. Affola!🙋

Kelly Kapoor ve Ryan Howard (Mindy Kaling & B.J. Nowak)

İşte, yine anlaması zor bir karakter daha. Konuşması, ses tonu, tavrı, davranışları ile son derece sınırları zorlayan bir karakterdi. Özellikle Ryan ile olan ilişkisi... Bazen saç yolduran cinstendi. Ancak Mindy yine aynı şekilde o karakterin altından çok iyi kalkan oyunculardan. Çok iyi sırtlamış, çok iyi yönetmiş kendi içinde rolünü. İzlerken bu kadar nefret ettirebilmek, iyi oyuncunun işidir derler ya... Kesinlikle katılıyorum. Ancak kabul etmek gerekir ki diziye renk katanlardan biri de kendisiydi. Her şeye rağmen!!👯👻 Sevgilisi Ryan Kelly'ye göre bence daha arka planda kalan bir oyuncuydu. Yine aynı şekilde bir best couple durumu vardı, tencere kapak misali... Herkesin dengini bulduğu bir dizi olduğunu söylemek gerek. Ryan mı? Imhh... Eh işte.😁

Toby Flenderson (Paul Lieberstein) 

Ah Toby!!😓💔Ofisin insan kaynaklarında görev alan Toby; sakinliği, aklı başındalığı ve masumluğuyla kesinlikle harikaydı! Paul Lieberstein The Office bittikten sonra başka bir yapımda hiç yer almamış. Nedenini bilmiyorum ama keşke oyunculuk kariyerine devam etseydi, gerçekten çok güzel bir karakterdi. Özellikle Michael Scott'ın ona olan bitmek bilmez nefreti, izlerken çok eğlendirdi😁 Neden bu denli nefret ettiğini hep çok merak ettim ve hiç bilemedik. Giderken bile yaptı yapacağını bizim Scott... Ama bazı yerlerde Toby'nin durumunu içselleştirip üzüldüğüm yerler de olmadı değil. Çok tatlı, kırılgan ve çok güzel bir karakterdi gerçekten. Unutulmayacak oyuncular arasında yerini aldı kesinlikle kalbimde kendisi. Daha fazla rolü olmasını, daha ön planda olmasını isterdim açıkçası...

Stanley Hudson (Leslie David Baker)



Yazarken bile yüzümde gülümseme oluştu şuan. Gerçekten kendine has, güldüren karakterlerden biriydi Stanley! Her şey bir kenara, tek başına mimikleri bile yeterdi. Kendimden başka herkesten nefret ediyorum mimiği. Dizinin başında o kadar babacan ve aile babası profili çizilmişti ki, çapkınlığı ortaya çakınca hayatımın şokunu yaşamıştım😁Hatta öyle ki, dizi biterken de bununla ilgili bir dip not geçti kendisi... Baya üzüldüm, babacan Stanley daha tatlıydı sanki! Ama olsun, Stanley'i çok sevdik biz.

Phyllis Vance (Phyllis Smith) 

Ofisin annesi, gönüllerin iç ısıtan oyuncularından bir diğeri; Phyllis!!!💗 Ben şahsen kendisini çok sevdim, sonradan yaptığı evliliği ve evliliğine olan aşkı da öyle tatlıydı ki. Özellikle genellikle çalışmak yerine örgü ördüğü sahnelere gülmeden edemedim😁Kalbinde hiçbir kötülük barındırmayan, sır tutamayan, herkesi seven, herkese sıcacık kalbiyle yaklaşan çok tatlı bir karakterdi. Bu arada; Pixar'da çok güzel seslendirmeler yapmaya devam ediyor kendisi, ses tonu gerçekten de muazzam! 

Ve sonra...

Dizi bitti. 

Bittikten sonra büyük bir boşluk hissine düştüm elbette. 9 sezon sonra bir diziyle vedalaşmak, karakterlerle vedalaşmak kolay değildi. Ancak ben diziyle zaten 7.sezondan sonra vedalaştım. Michael Scott sonrasında dizi çok zorlama ilerledi. Müdürlük yarışları, karakterlerin kendi çizgilerinden çıkması, kurguda zorlama olayların yazılması... Bir yerden sonra aldı başını gitti. Öyle bir şeydi ki, Michael Scott bir şey atıyordu ortaya, belki 3-4 bölüm gidiyordu. O gitti, bu durumu diğer oyuncular üzerinden yapmaya devam etmek istediler, olmadı. O kadar olmadı ki, diziyi çok buruk tamamladım. İzlediğim 7 sezona ve sevdiğim oyunculara olan bağlılığımla bitirdim zaten. Muhtemelen ara versem, asla devam etmezdim. Gülüşü, hareketleri, tavrı, sesi, hiçbir şey olmasa başlı başına Michael Scott olmadan 2 sezon devam etme cesaretlerini tebrik etsem de, olmamış... Finalde kısa bir sahne için geri gelmesine çok sevindim. Onu görmeyi beklemiyordum, görünce gözlerim doldu hatta. Ama konuşması bile yoktu doğru düzgün. Bilmiyorum, sitcom'ların böyle çuvallayan sonlarla baş başa kalması diye bir kara bulut var. Hepsini vuruyor...Okuduklarıma göre kendisine yeni sezon için teklif götürmemişler, böylece 7. sezon itibariyle Scott gerçeği bitmiş olmuş. Neden, ne amaçla, hiç bilmiyorum. Ama sevindiğim şey ne oldu derseniz, Stevel Carell hala dizideki birçok oyuncu ile görüşüyormuş. Dizi arkadaşlıkları askıda kalmamış. Çok sıkı bir ilişki değil görünen ancak o diyaloğun kalması bile güzel hissettiriyor. 

Şimdi diziden birkaç güzel görselle devam edelim mi? 


Yukarıda da bahsettiğim gibi, Dwight'ın bakışları bile hep beni rahatsız etti. Amacı Michael ile yakın ilişkiler kurarak kendisinden sonra başa geçmekti. Hatta bunun için Michael'i yerinden ettirmek için girişimde dahi bulunmuştu. O nedenle bizimle değilsin Dwight'cığım!😕


Kaynaklar:

Görsel-1: https://www.backstage.com/magazine/article/the-office-reboot-news-77227/

gif-1: https://www.giphy.com/gifs/6wmz6Qo40eTDf4tW3Z

gif-2: https://giphy.com/gifs/Zxzr2pp6qU64g

gif-3: https://giphy.com/gifs/theoffice-the-office-tv-cafe-disco-l0amJzVHIAfl7jMDos

gif-4: https://giphy.com/gifs/fcK30LKXjG6Tm

gif-5: https://giphy.com/gifs/supernatural-the-office-dwight-schrute-VLEVIXIAjbksg

gif-6: https://giphy.com/gifs/the-office-jim-halpert-pam-beesly-ZnPgIERO3xnmE

gif-7: https://giphy.com/gifs/the-office-jim-halpert-pam-beesly-ZnPgIERO3xnmE

gif-8: https://giphy.com/gifs/theoffice-episode-3-the-office-tv-1BFEEIo4h1BuTH8eqP

gif-9: https://giphy.com/gifs/theoffice-episode-14-the-office-tv-KX3F7yATgDsF3BogY2

gif-10: https://giphy.com/gifs/theoffice-B1BhsjNYplc96C9zAH

gif-11: https://giphy.com/gifs/nbc-the-office-26gs9UHSsHgL2vQ9W

gif-12: https://giphy.com/gifs/theoffice-jTiPtPeCXrHtzSY8be

gif-13: https://giphy.com/gifs/theoffice-y41Txh2pbwqLNNubOo

gif-14: https://giphy.com/gifs/nbc-the-office-l0Ex1Fg5qBNWdKqUE

görsel-2: https://kolektifhouse.co/komag/5-dizi-1-mekan-kult-ofis-dizileri

görsel-3: www.netflix.com

görsel-4: https://t24.com.tr/foto-haber/yeni-the-office-icin-geri-sayim-basladi-ilk-oyunculari-belli-oldu,31400/3


Film Tavsiyesi: Çığlık Serisi

 



Çığlık; dizisi olsun, film serisi olsun gerilimin ve aksiyonun şüphesiz en güzel yapımlarından biri. Maske ile bütünleşen, gerilimin ve her karakter için bu başrol dahi olsa ölüm çanlarının çalmaya hazır olduğu bir senaryoda devamlılığı sağlamak pek zor olmuyor. Ben ilk önce dizisinden başladım izlemeye ve dizisi genelde en beğenilmeyen versiyonu fakat ben gerçekten çok severek ve çok gerilerek izlemiştim. Film serileri de fazlasıyla güzel ancak Courtney Cox ve Jenna Ortega'yı yakın zaman çekilmiş bir filmde görmek gerçekten çok keyifliydi. Oyuncuların, özellikle kültleşmiş dizi veya filmlerde oynadıktan sonra o karakter üstlerine yapıştığını bir kez daha fark ettim. Benim için Courtney Cox bu filmde hala Monica Geller'dı mesela. O gerçeklikten ayrılmak çok zor oluyor, belki daha fazla filmde rol alsalar, daha fazla popüler dizilerin parçası olsalar bu değişir mi? Kim bilir... 

Filmden bahsedecek olursak, kurgunun ''bu kadar da olmaz ama!'' dedirttiği birçok sahne oldu, olmadı diyemem. Ama bu aksiyon ve gerilim filmlerinde çok sık karşılaşılan bir durum. Yani sadece Türk yapımı dizilerde yüz yüze çatışmadan sıyrık yarası alıp bir saat daha çatışmaya devam etmiyorlar. Bu birçok filmde olabiliyor... Bu biraz bu sahnelerin yoğunluğu ve dozajıyla da alakalı sanırım, bilemiyorum. Ama beni rahatsız etti mi derseniz, pek değil...


Peki dizinin baş rollerinde kimler var? Hemen bakalım...
Az evvel de söylediğimiz gibi Jenna Ortega ve Melissa Barrera başrolde parlayan bir yıldız gibiler. Courtney Cox, Samara Weaving, Hayden Panettiere, Jack Champion ile de kadro tamamlanıyor. Oyuncu bakımından bence gayet güzel bir kadro ortaya çıkmış, zaten seri olarak devam eden bir film olduğundan Çığlık 5 filminden gelen (daha doğrusu hayatta kalan) oyuncular oluyor. 


Filmde dikkatimi çeken başka güzel bir yan vardı. O da Jasmin Savoy Brown filmin bir bölümünde maskeli adamın cinayetini çözmek için film kurguları üzerinden bir amaç ve harita bulmaya çalışıyor ve burada aslında ana karakterlerin de tehdit altında olabileceği ve onların da ölebileceğine dair bir tez ortaya atıyor. Birebir böyle olmasa da okları ana karaktere yönlendirerek filmi ''kesinlikle'' daha heyecanlı hale getirdi bu bölüm. Filmin sonu için çok fazla bir şey diyemiyorum çünkü hem 7. filme bir atıftı sahne... Hem de değildi gibi. Bu ikilim bile bence çok güzel. Devam filmine kapı aralamak için öylesine bir sonla biten filmlerin izleyicide hissettirdiği ''boşa geçti 2 saatim'' hissini vermemesini seviyorum Scream filmlerinin. O film için mutlaka bir son ve sonuca ulaşması ve izlerken bunu bilmek gerçekten seyri daha keyifli hale getiriyor. Ancak kan, cinayet ve korku gibi unsurlar sizin için tetikleyici ise filmden uzak durmanız veya uyarıları dikkate almanızda fayda var. Geri kalan herkese ise Scream film serisi tavsiyemdir!💖


Çok sevgiler, 
               Melopeonia

Kaynaklar

Film Tavsiyesi: Cassandra

 


Geçtiğimiz günlerde Netflix üzerinden izleyicilere sunulan ve kısa süre içerisinde adından bir hayli söz ettiren Cassandra dizisini izledik. Bir mini dizi olarak ekranlara gelen ve Alman yapımı olan dizinin yapay zeka ve robotik bilim kurgulardan biraz daha farklı bir içeriğinin olduğunu söylemek mümkün. Gereksiz yere uzatılmayan sahneler ve bölüm sayısı ile de kolayca izlenen diziler arasında öne çıkmayı başarıyor. Çağımızın popüler konusu olan yapay zekanın dünyayı ele geçip geçirmeyeceği sorusuna cevap arayanlar ile yapay zekanın dünyayı kurtaracağına inananların buluştuğu ortak nokta olma görevini bu dizi görüyor diyebiliriz. Lavinia Wilson, Mina Tander, Michael Klammer, Joshua Kantara ve Mary Amber Oseremen Tölle'nin başrollerini paylaştığı dizinin oyunculukları ortalamanın üstünde olarak yorumlanabilir ancak Cassandra'ya hayat veren Lavinia Wilson, tek başına bir dev kadro oluşturmuş desem, abartmış olmam. Mimikleri, replikleri, tavrı ve genel aurası gerçekten bu rol için uygun olabilecek en iyi oyuncuymuş gibiydi. Sahneleri hiç bitmesin istediğim çok anlar oldu izlerken. 


    Diziden bahsetmek gerekirse, kocasının ultrason makinesi tasarladığı ve satışa sunmaya hazırlandığı yıllarda Cassandra hamile kalıyor ve kocası bebeğin cinsiyetini öğrenmek için Cassandra'yı laboratuvarına götürerek ultrason cihazını kullanıyor. Ve aslında o gün, dizinin de dönüm noktası oluyor... Öyle ki yeterince iyi ve güvenli bir şekilde geliştirilememiş cihaz, Cassandra ve bebeğin yüklü miktarda radyasyon almasına, bebeğin engelli doğmasına ve Cassandra'nın ise çok kısa süre içerisinde kanserden ölümle burun buruna gelmesine neden oluyor. Ölmekten ve çocuklarından ayrılmaktan korkan Cassandra, eşinin beyninin bir makineye uyarlanarak sonsuza dek yaşayabileceğine dair kendisine sunulan teklifi kabul ediyor. Her ne kadar bu işlem yapılmış olsa da Cassandra'dan kısa bir süre sonra eşi ve oğlunun kaza geçirmesi üzerine ev çok uzun yıllar boş kalıyor ve sistemler kapalı olduğundan Cassandra da çalışmıyor. Daha doğrusu öyle zannediliyor. Ardından Samira, David ve çocuklarının bu evi alarak buraya taşınması, sistemi çalıştırması ve Cassandra ile tanışması ile dizi tam manasıyla başlıyor. 

    Cassandra, aileye haddinden fazla bağlanıyor ve zaman içerisinde Samira'yı kendisine rakip olarak görüyor ve ailenin onun delirdiğini düşünmesi adına elinden geleni ardına koymuyor ve yapay zeka işte, Cassandra kazanıyor! Böylece Cassandra, Samira'nın çocuklarına annelik yapabilecek, David'i eşi gibi görebilecek ve sonsuza dek mutlu yaşayacak zannediyor ancak işler pek de öyle olmuyor. Gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir huyu olduğundan, bu gerçekler Cassandra'nın farklı hamleler uygulamasına neden oluyor ve işler sarpa sarıyor. Öte yandan Samira'nın küçük kızının annesine ulaşması üzerine Samira hastaneden firar ederek eve geliyor. Cassandra için beklenmedik diğer bir durum ise Samira'nın tüm sırrı çözmüş olmasıydı. Hiçbir elektrik aksamının, hiçbir sistemin kapatamadığı Cassandra, bu gerçekler karşısında büyük bir yıkım yaşayarak geri adım atıyor. Ve evet, tüm ışıklar kapanıyor! Bu esnada eşi David ile farklı bir yüzleşme yazan Samira, yeni ve temiz bir sayfanın da kapısını aralıyor. 

    Bakıldığında robotik bir yapay zekanın özellikle çok eski yıllarda tasarlanması farklı bir yaklaşım olmuş. Ancak burada dikkat çeken asıl nokta, yapay zekanın duygusal yetkinliğe sahip olmasıydı. Bunu Cassandra'nın yapay zeka üretimi değil, gerçek bir insan beyninden oluşturulması yahut aktarılması olarak tanımlamak daha doğru olacak. Dolayısıyla dünyada insan formunda sahip olduğu tüm duygu ve hisleri, dijital bir sistemin içerisinde de hissetmeye devam ediyor. Bu nedenle gerçek bir insanı ölümsüzleştirmek üzerine kurulu bir robotik sistem tasarımı, çok sık rastlanan bir içerik değil. Bu nedenle izlemesi bir hayli keyifli ve güzeldi. Mantık hataları yok diyemem, bazı belirgin hatalar da dikkat çekiyor hatta ancak akış o kadar keyifli, gergin ve heyecanlı ilerliyor ki sizi çok da fazla rahatsız ettiğini söyleyemem... 

    Yapay zekanın ortaya çıkışı ve aktif bir şekilde kullanılması ile birlikte ortaya çıkan tartışmaları ben de yapay zekaya sordum. Burada iki farklı soruya cevap aradım; yapay zeka gerçekten dünyayı ele geçirebilir mi ve Cassandra dizisinde görülen insan beyninin teknolojiye transfer edilmesi ileride mümkün olur mu diye. Gelin cevaplara birlikte bakalım! 


    Aslında bu beklediğim bir cevaptı. Yapay zeka, saldırma veya belli bir düzeni sağlamak üzere programlanabilir ve bu onların duyguları olduğu anlamına gelmez. Ancak ayırt edici ayrıntıları fark etmemesi durumunda bir felaketin oluşumuna da sebep olabilir. Özellikle kötü amaçlı kullanımlarda kötü amacı bir faciaya da dönüştürebilir. Ancak bu, bir iş birliği veya taraf oluşumunun ortaya çıkması mıdır? Elbette hayır. 

    Peki, Cassandra gibi gerçek bir insanın duyguları ve tüm bildikleri ile birlikte bir sisteme beyninin aktarılmasını sorduğumda ChatGPT ne cevap verdi, ona da bakalım. 




    Bu kısım biraz ürkütücü elbette! :) beyin aktarımının yapay zeka mı yoksa kişi mi olduğu tartışmaları da çok su götürür araştırmalarda. Biraz bakış açısı ve biraz da inançlarla alakalı olan bu durum, birçok farklı açıdan ele alınması mümkün bir durum. Ama Cassandra yazısına böyle bir ek bölüm eklemek istedim. Siz neler düşünüyorsunuz? Fikirlerinizi heyecanla bekliyor olacağım!

Çok sevgiler, 
               Melopeonia





Jean-Louis Fournier Üzerine


Söz konusu bir kitabı anlatmak ve onu neden sevdiğinden bahsetmek olduğunda uygun kelimeleri bulmakta zorlanıyorum çoğu zaman. Sanki bir şekilde seçtiğim kelimeler hep bir yetersiz, hep bir gelişi güzel gibi... Kurduğum ve kuracağım hiçbir cümle içimdeki duyguları gerçekten ifade etmeye yardımcı olmayacak gibi... Bu nedenle bazen Instagram üzerinden paylaşım yapmak, orada düşüncelerimi aktarmaya çalışmak benim için zor olabiliyor. İşte, Fournier benim için o yazarlardan bir tanesi.

 Nereye Gidiyoruz Baba? kitabını çok sık görmeye başlamıştım sosyal medyada. Bir gün kitap alışverişi yaparken indirimde olduğunu görüp ekledim sepete, baktım sayfa sayısı da az, ne kaybedebilirim ki? Al gitsin! Dedim kendime. Ve işte, o günden sonra uzunca bir süre Fournier'in duygularına doğru yolculuğa çıktım. Duygularına doğru diyorum çünkü Fournier, bir kurgusal roman yazarı değil. Tamamen içsel yolculuklarını kaleme alan, bunları çoğunlukla bir sayfada en fazla 8-10 kelimeyle özetleyen bir tarza sahip. Bu nedenle araştırıldığında da görmek mümkün, yazar ya çok seviliyor ya da tembel görülüp eleştiriliyor. Kendisini sevenler, gerçekten harika betimlemeleri ve insanın ruhuna dokunan cümleleri nedeniyle seviyor. Çünkü öyle bir şey ki, hiç yaşamadığınız, hiç sınanmadığınız acıları bile anlarken bulabiliyorsunuz kendinizi. Ancak ben yine de Fournier hakkında ufak bir ön bilgi edinmeden eserlerini okumanın yavanlık hissinden öteye gidemeyeceğini düşünüyorum. Çünkü kendisi hayatın yüzüne gülmediği insanlardan biri... 

    Fournier, zihinsel engelli iki küçük çocuğu ile eşi tarafından terk edilerek dünyaya karşı ayakta kalabilme savaşları vermiş birisi. Özellikle Nereye Gidiyoruz Baba? kitabı, baba olmanın ötesinde toplumsal algıları da çok iyi işlemiş bir eserdi. Onun mücadelesi, her akşam tükendiğini hissedip sabah yataktan çıkıp yan odada uyuyan iki çocuğu için hayata yeniden başlayarak kalkması... Bunların gerçekten yaşanmış olduğunu düşünmek ise gerçekten insanda farklı bir duygu oluşturuyor. Bir kitabında da editörünün kitabın sayfa sayısını artırması noktasında baskı yaptığından bahsediyor ve öylesine bir şeyler yazarak tamamlayacağını anlatıyor. 

Okurların en büyük eleştirisi de bu, yazar bunu söyleyerek yazdıklarına nasıl saygı duyulmasını bekliyor diye tepki göstermişler. Haksızlar mı? Hayır. Ancak bu yazının başında da belirttiğim gibi, bazen bir şeyleri neden çok sevdiğin ve neden eleştirilere ortak olmadığını açıklamak çok zor oluyor. Özellikle babasıyla büyümemiş bir çocuk olarak onun babalık savaşından çok etkilendim. Her şeye rağmen devam etmeyi, düştükten sonra yeniden ayağa kalkmayı, batan güneşin karanlığında o güneşin yeniden doğmasını okumayı çok sevdim. Hikayesini öğrendikçe ve kendisini tanıdıkça kitapları daha anlamlı hale geldi ve bir yerden sonra onun satırları onun hayatına komşuluk ediyorum hissi oluşturmaya başladı...

    Okumalarını tavsiye eder miyim veya hangi kitaptan başlamalarını öneririm gibi birçok soru geliyor Fournier paylaşımları yaptığımda... Ancak bunun net bir cevabı yok, yukarıda anlattıklarımdan ötürü... Ben çok güzel olduğunu düşündüğüm bir kitapla başlayarak yazarla tanışmasını tavsiye ettiğimde, o kitaptan hiçbir duyguyu yakalayamadan bir köşeye atmama ihtimali, atma ihtimaline neredeyse denk... Dolayısıyla bu konuda yorum yapmak da zor. Ancak ben, Nereye Gidiyoruz Baba? ile başlamanın en iyi bir tercih olduğunu ve kendi çocukları olmamasına rağmen ilk eşinden dünyaya gelmiş iki engelli çocuğa nasıl annelik yapabildiğini kanıtlayan Sylvie ile tanışmanızı tavsiye ederim. O dünyayı öyle güzelleştiren, dokunduğu yerlerde öyle harika çiçekler açtıran bir kadındı ki.. 

Dul kitabında onun bu dünyadan gidişinin yasını yalnızca Fournier'ın tutmadığını hissediyorsunuz. Portmantoda asılı şapkasının hala orada durduğunu okuduğunuzda sizde iç çekiyorsunuz... O koltukta kimse oturmadığında, kitapların sayfalarını karıştıran birinin artık olmadığını öğrendiğinizde sizin de içinizde bir şeyler nedensellik kaosuna kapılıyor. Ki zaten ölüm böyle bir şey değil mi? Ölümün hak ve gerçek olduğunu, herkesin bir gün öleceğini biliyorsunuz ancak bu sizin ve sevdiklerinizin başına geldiğinde idrak etmesi zor ve tahmin ettiğinizden daha soyut bir kavrama bürünüyor. İşte bu nedenle Fournier benim kalbimde her zaman kitapları ile özel bir yere sahip olan bir yazar olarak kalmaya devam edecek... Ve evet, riske giriyorum; tavsiye ediyorum! 


Çok sevgiler, 
               Melopeonia



Kaymakça:

Görsel 1: https://www.soylentidergi.com/jean-louis-fournier-okuma-rehberi/


Sana Dair

 

Sana, 

Bir gün bu cümleyi senin için kuracağımı asla tahmin etmezdim. Son zamanlarda seni öyle çok özlüyorum ki, bana söylediğin tüm güzel sözleri düşünürken buluyorum kendimi. Bana hep böyle seslenirdin, benden bahsederken hep ''o benim can yoldaşım'' derdin. Benim için direndiğini, benim için mücadele ettiğini, yorgunluğa karşı benim için meydan okuduğunu... Ve daha birçok şey... Şimdi ise direnmen gerekmeyen, mücadele etmek zorunda olmadığın ve yorulmadığın bir yerdesin... Anlamakta zorluk çektiğim, bazen üşüyüp üşümediğinden korktuğum, o güzel saçlarının toprakla bütünleşip bu dünyanın sonsuzluğuna karıştığı düşüncesi ile içerlendiğim bir durumdayım ben de. Sen gittiğinde kendimi ihanete uğramış gibi hissetmiştim. Benim için direnmekten seni vazgeçirenin ne olduğunu, neden hala mücadele etmediğini anlamak ve bunu içselleştirmeyi bırakmak çok uzun zaman aldı. Dünyanın ortasında öylece dikilen bir çocuğun resmedildiği bir resim vardı ya... O çocuk gibi hissetmiştim kendimi. Sırtım üşümüştü, içim ezilmişti. Ben ağladığımda bana kızıp, ağlama diyen... Azıcık atışsak elinde kahveyle yanıma ilişen sen... Gittiğin yerde beni hala hatırlıyor musun? 

Olduğun yeri, seni bekleyen süreci, ki aslında hepimizin süreci olacak zamanı geldiğinde, okuyarak kendi acıma teselliler aradığım bir dönem oldu. Üşümediğine inanmak, toprağın altında canının acımadığına ikna olmak bir hayli zaman aldı. Zamanla daha farklı bir hal aldı bu hisler... Uzun bir süre kavga ettim içimde seninle. Küstüm, kızdım, ağladım. Sonra başıma gelenleri hak edecek ne yaptığımı düşünüp kendimle didiştim. Ve son olarak, ki en acı verici nokta burası, artık olmadığını kabullendim. Numaranı hiç silmedim, 8 sene boyunca sana mesaj atmaya devam ettim. Sınav notlarımı, okulumu, evimi, kedilerimi, kendimi... Hep bir şeyleri anlattım. Geçen gün öğrendim ki hattın artık bir başkasına verilmiş.  O mesajı okuyan gözlerimin, o mesajı okurken göğüs kafesime meydan okuyan yüreğimin ah bir dili olsa da konuşsa... 

Seninle birlikte her köşesinde anımızın olduğu bir şehirde hayata devam etmeye çalışmak tahmin ettiğimden daha zor oldu. Seninle içtiğimiz kahveler, altında ıslandığımız yağmurlar, balkondan izlediğimiz yıldızlar... Hala o göğün altındayım, hala o şehirde, o yerdeyim. Seninle yeni bir hayata başladığımız ve beni o yolda yalnız bıraktığın yerde... Öyle garip bir şehir burası, kopamadığım... Hem hayatımın en güzel yıllarını yaşadığım hem de en özlediğim anılarımın şehri... Bazen en çok yıllarca hiç bozmadan yaptığımız anne kız günlerini özlüyorum. Ve senden sonra fark ettim, neden hep pizza yiyip kahve içmeye gittik o günlerde? Neden hiç sorgulamadık bu durumu ve neden hiç değişmedi? Şimdi burada olsaydın işimiz daha kolaydı, AVM'de pizzacı ile kahveci karşı karşıya... Yani hiç yorulmazdın ve yine çok eğlenirdik. O anne kız gününe gelebilmek için, o kahveyle birlikte tüm içimizi döktüğümüz sohbetleri ettiğimiz o anı yaşayabilmek için her şeyi yapardım. Ama artık hiçbir anlamı yok değil mi? Yaşayabildiğimiz kadarını yaşadık, biriktirebildiğimiz kadar anıyı biriktirdik... Ve defteri kapattık. Bir şeylere çok kızdığımda varoluşsal sancılarım tuttu derdim de, katılarak gülerdin ya... Bazen gerçekten öyle hissediyorum işte. Bir keresinde bana ''insan çok sevdiği birini kaybettiğinde, öldüğünü hiç anlamıyor. Sanki bir yere gitmiş gibi hissediyor'' demiştin. Hiç öyle hissetmedim. Çünkü ben senden ayrılıp uzaklara hiç gitmedim. Hatta iyi biliyorsun, ben sana çok uzaklardan geldim... Ve sen de benden çok uzaklara gittin şimdi... Tüm bu karmaşık duygulara dayanmama yardımcı olan şey ne biliyor musun, insanlar öldüklerinde gittikleri yerlere hastalıklarını ve acılarını götürmüyormuş. Artık acı çekmediğin, ağlamadığın, hırpalanmadığın bir yerdesin. Ve sana yemin ederim, bunlara yıllar boyu şahit olmak öyle büyük bir ızdıraptı ki, artık bunlardan kurtulduğun için düştükçe kalktım ayağa... Sırf bu yüzden gidişini anlamlandırmaya, gerekçelendirmeye çalıştım. Ve belki de sırf bu yüzden sen gittikten sonra sana kızıp küsmem uzun sürmedi. Hemen özledim, hemen affettim...

Ve aslında benim kalbim sana hiç arkasını dömöedi... 

Biz hep ne derdik? Seni çok ve sonsuza dek! * Much and forever! *

Çok sevgiler, 
               Melopeonia

Copyright © liskablog.